Türkiye' de siyasetin alanını daraltan vesayet sisteminin tasfiye edilmesi sayesinde siyaset reşit bir karakter kazandı ve hükmettiği alan genişledi. Bugün bazı kesimlerin "kutuplaşma" olarak adlandırdıkları gelişmenin ardında yatan temel sebep budur.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri etrafında otoriterlikten yeni vesayet biçimlerine, hükümet sistemlerinden yeni anayasaya, Kürt meselesinden Alevi meselesine, büyükşehir kanunundan özerkliğe yürütülen tartışmalar artık reşit olan siyasi aktörlerin siyasetin yeni sınırlarını keşfetme çabasını yansıtıyor. Türkiye'nin bu temel tartışmalardan demokrasinin tahkimi ve liberal demokrasi sınıfına sıçrayarak çıkması da, melez rejim halini devam ettirerek "orta demokrasi tuzağı"nda devam etmesi de mümkündür. Cumhurbaşkanlığı seçim süreci ve sonrasında yaşanacaklar, siyaseten "kurucu" nitelikte etkiler yaratacaktır. Bu bakımdan 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, "uzun ince yol"un bir eşiği olabilecektir ancak.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yapılan anayasada, bürokratik vesayet kurumları marifetiyle TBMM'deki çoğunluğun, vesayet altına alınmasını amaçlayan bir siyasi düzen kurulmuştur. Bürokratik iktidar ile seçimlerden çıkan siyasi iktidar ayrımına dayanan bu düzende, Cumhurbaşkanlığı sembolik olmakla beraber bürokratik vesayet kurumlarının özerkliğini teminat altına alan "son imza makamı"dır; yani, onu ikna etmeden siyasi iktidarın önemli bürokratik atamalar yapması mümkün değildir. Bu yüzden de 1961 ve sonrasında Cumhurbaşkanının güçlendirildiği 1982 anayasaları dönemlerindeki her Cumhurbaşkanlığı seçimi siyasi krize sebep olmuştur.
Sezer'in görev süresinin sonunda yaşanan 2007 Cumhurbaşkanlığı krizi, Cumhurbaşkanlığı makamının siyasî ve anayasal önemini bir kez daha ortaya koydu. AK Parti, bu krize 28 Nisan 2007'de Genelkurmay Başkanlığına anayasal konumunu hatırlatan bir karşı bildiri ve erken seçim kararıyla karşılık vermiştir. Bir başka mühim ve bugünkü tartışmalara zemin teşkil edecek siyasi karşılık da, Cumhurbaşkanını halkın seçmesine yönelik anayasa değişikliğinin referanduma sunulmasıydı.
Türkiye'de cumhurbaşkanının bürokratik iktidar bloğundan ziyade siyasi iktidar bloğu tarafından seçilmesi, bir tür rejim değişikliği olarak algılanmıştır. Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi de, neticede bu tür bir etki uyandırdı. Gül'ün TBMM'de hükümet eden çoğunlukla beraber hareket etmesi, bürokratik vesayet kurumlarının özerkliğini zaman içinde sona erdirdi. Vesayet kurumlarına yapılan atamalarla kurumların vesayetçi kompozisyonu değiştirildi. Bilhassa Cumhurbaşkanı ile hükümetin uyumu sayesinde Yüksek Askeri Şura'da, fiilen mevcut olan askeri atamaların özerkliği sona erdi. Bugün Cumhurbaşkanlığı seçimlerine eski vesayet kurumlarından doğrudan bir müdahale gel(e)memesi, 2007 sonrasının mühim bir kazanımı olarak kayıtlara geçmiştir.
Hükümet sistemleri tartışması
Başbakan Erdoğan ve AK Parti sözcüleri eğer Erdoğan seçilirse, anayasadaki bütün yetkilerini sonuna kadar kullanan, koşan, terleyen bir Cumhurbaşkanı olacağını ilan ettiler. Şüphesiz Cumhurbaşkanını halk seçse de, anayasadaki yetki ve görevleri değişmeyecek; yani, anayasal olarak hükümet modelinin değiştiği söylenemeyecek. Ancak herkes, böyle bir siyasi iklimde halkoyuyla seçilen bir Cumhurbaşkanı'nın, hele bu Cumhurbaşkanı iktidardaki partinin kurucusu ve karizmatik lideriyse fiilen siyasi güç dengelerini değiştireceğinin farkında.
Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında Başbakan Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olması halinde, hükümet sistemi tartışmalarının başladığı bir dönem yaşanacağını şimdiden söyleyebiliriz. Hükümet sistemi tartışmalarının yanı sıra, 1960 sonrası siyasi krizlerini besleyen siyasi aktörlerde de ciddi değişiklikler meydana gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu aktörler siyasi partiler, anayasal statüdeki meslek kuruluşları ve medyadır. 2015 seçim sonuçlarına göre, bu tartışmaların kaderi belli olacaktır. Bu bakımdan 30 Mart 2014'te ilk turu yapılan "hükümet sistemi seçimlerinin", 10 Ağustos 2014'te ikinci turu yapılacak ve bu "uzun seçim" ancak Haziran 2015 genel seçimlerinde sonuçlanacak gibi görünüyor.